|
|
Eğer diğer
halklar tarafından kabul edilmeyi bekliyorsan,
önce kendi ulusal kimliğine sahip çıkmalısın.
Uygar uluslar topluluğu içinde yer
almanın temel koşulu kendi ulusal
kimliğine sahip çıkmaktır.
ZAZACA, KÜRTÇE VE TÜRKÇE DİLLERİ ARASINDAKİ
FARK
İki dil arasındaki dil birliği, o dillerin köklerinin hangi
guruptan geldiği temel alınarak ortaya konur veya o dillerdeki en
eski kelimelerin, sözcüklerin göz önüne alınması ile de
anlaşılır. Bundan dolayıdır ki dil bilimciler
(lingivistçiler), dillerin köklerini araştırırken temel olarak
dilde bulunan en eski ifade şekillerini kendilerine kaynak alıyorlar.
Çiçek isimleri, hayvan isimleri, naturel (tabiatsal) cisimlere verilen
adları, gramatik yapısını göz önüne aldıktan sonra o
dilin hangi dil gurubundan geldiğine ve hangi dillere yetiştiği
konusunda varsayımlarını öne sürüyorlar.
Dillin oluşumu resimlerle başlar. İnsanoğlu yazı
dilini resimlerle geliştirdi. Resimler yazı dilinin kökünü
oluşturdukları gibi, bunun insanlar arasında iletişim
(kominikasyon) aracı olmasınıda sağlamıştır.
İnsanoğlunun yaşam tarzı kabile hayatı ile
başlar. Kabilesinden, yurundan, topraklarından uzak düşen toplum
üyesi, kabilesinin, yurdunun dil karekterini de kendisi ile birlikte
taşımıştır. Dünyada ki göç (ekonomik, doğal
affetler, siyasal) ve sürgün olayları dillerin dağılmasına
verilecek en iyi örneklerden biridir. İnsanların anayurtlarından
ayrılıp bir bilinmeyene doğru dağılması, bir
noktada dilinde yayılması ile eş anlamlıdır.
1813 yılında Thomas Young; "Sansikritçe,
Yunanca, Latince, Keltçe, Almanca ve İran dillerinin bir dilden
geldiğini" illeri sürmüş ve bu dilleri, "Avrupa-Hind dilleri" olarak
adlandırdıktan sonra da, bu dilleri kulananlara da "Ari halkıdır"
dimiştir.
Örnek:
Zazaca |
Türkçe |
İngilizce |
İsveççe |
Esto |
Var |
There is |
Est (S. Kıhan) |
Hag, hak |
Yumurta |
Egg |
Ägg (eg) |
Estor, hestor |
At |
Horse |
Häst (hest) |
Nak |
Göbek |
Navel |
Navel |
Por |
Saç |
Hair |
Hċr (hor)r |
Sol |
Tuz |
Salt (solt) |
Salt |
Verg |
Kurt |
Wolf (volf) |
Varg |
Va, (tı se va?) |
Ne (Ne dedin?) |
What |
Vad (Vad sa du?) |
Zazaca, Zazalarla birlikte veya Zazalar'dan sonra Dicle ve Fırat nehirleri
(eski Mezopotamya) arasına yerleşen halklardan kelimeler ödünç
almış veya bu dillerden etkilenmiştir. Örneğin,
İranca'dan, Ermenice'den, Hurice'den, Hititçe'den, Sümerce'den, Yunanca'dan,
Türkçe'den ve diğer halkların dillerinden bir karışım
söz konusudur. Bu halklardan ödünç alınmış olunan bu sözcükler,
kelimeler, deyimler günümüz Zazaca'sında vardır ve
kullanılmaktadır. Ama; bu, şu anlama gelememelidir ki Zazaca bu
dillerin bir diyalekti veya bir lehçesidir. Ki,diller arasındakisözcük ve
deyim alış-verişleri diyalekt ya da lehçe olmaya kanıt
gösterilemez.
Zaza yerleşim yerlerinin, göçlerin, savaşların,
kapitalizasyonların ve ipek yolunun kesiştiği bir nokta
olması, Zaza dili üstünde bir değişim
yaratmıştır. Ama; hiç bir şekilde Zaza kültürü üstünde
köklü bir değişim yaratmamıştır ve kalıcı
olmamıştır. Zaza kültürü de, Zaza dili gibi kendini bu fırtınalara
karşı engeller kurarak korumuştur ve bu nedenden dolayı da
kalıcı bir değişim yaşamamıştır.
Avrupa'da yaşayan ve Zazaca'yı şu ya da bu dile kuyruk yapmak
isteyen, Zazacayı diğer dillerin diyalekti, lehçesi olarak görmek
isteyen bazı ilginç kişiliklerin kendileri, Zaza dilini kültürünü
tanımadıklarını yaptıkları teorileri ile ondan oldukça
uzak olduklarını gözler önüne sermektedirler.
Eğer gerçekten Zazaca'yı başka bir dilin diyalekti, lehçesi
olarak görmek istiyorlarsa, şu gerçeği gözardı etmemeleri
gerekmektedir. Konuyu inceler ve farklılıklarını,
benzerliklerini ciddiye aldıklarında göreceklerdir ki, Zazaca dili
Farsça'ya bir çok dilden daha yakındır (İrani dil gurubundan
olmasından dolayı). Farsça'nın diyalektidir deseler, daha
mantıklı olmaz mı? Ama; şunu unutmamak gerekiyor ki her
şey tarihsel veri, bilimsel belgelerle kanıtlanmalıdır.
Hind-Avrupa dilbilimcileri eserleri ile Zazaca'nın en eski dillerden bir
dil olduğunu illeri sürmüşler ve
kanıtlamışlardır. Oskar Mann'ın, Karl Hadank'ın,
CI.J.Rich'in, A.V.Le Coq'un, Peter Lerch'in v.b
araştırmacıların yapıtları incelendiğinde
Zazaca'nın kendi başına bir dil olduğu daha iyi
anlaşılacaktır.
"Encyclopedia of Langauges and
Linguistics" (Dil ve lingvistik ansklopetisi) adlı on ciltlik bu
yapıttın 4780'inci
sayfasında "Turkey; Langauge
Situation" (Türkiye; Dil sorunu) başlığı
altında şunlar yazılmış; "The langauges spoken in Turkey are Turkish, Kurdish (Kurmanchi), ZAZA,
Cherkess, Ayhbas, Laz, Georgian, Arabic, Armenian e.t.c" (Türkiye'de
konuşulan diller; Türkçe, Kürtçe (Kürmanci), Zazaca, Çerkezce, Abkasça,
Lazca, Gürcüce, Arapça, Ermenice v.d) Aynı kitabın aynı
sayfasında bunlarda yazılmakta; "Turkish is spoken throughout the country. Kurdish, with its
dialects, and ZAZA are spoken mainly in eastern and southeastern Anatolia" (Türkçe dili tüm Türkiye'de
kulanılmaktadır. Kürtçe ve diyalektleri ve Zazaca Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgesinde konuşulmaktadır.) Aynı kitapta
şunlar da kaleme alınmakta; Şehir yerleşim birimleri
dışında, köylerde yaşıyan yerli halk arasında
Zazaca veya Kürtçe kulanılmaktadır ve bunlar sadece bir dili
kulanabilmektedirler. Yani ya
Zazaca, ya da Kürtçe konuşabilmektedirler. Eger bu kitabın
"İçindekiler" kısmına bakılırsa
"Zaza" bakınız "Dımli" yazar ve Dımli
içinde şu yazılmaktadır; "Dımli, Hind-Ari, İrani veya Hind-Avrupa dillerindendir."
Yani burada Zazaca'nın Türkçe, Ermenice, Farsaça, Asurca, Arapça ve de
Kürtçe'nin bir lehçesi, diyalekti olduğunu ileri sürmedikleri gibi
Zazaca'dan söz ederken Zaza dili diye konu edilir.
Avrupa'lı dilbilimciler, yazarlar bu terimleri kulanıyorlar diye biz
de öyle diyoruz, gibi bir kanı kimsede doğmasın. Zaten öyle uzun
yolları arşınlamaya gerek yok. Burnumuzun dibindeki
halkımıza gidip baktığımız ve "diyalekt,
lehçe" terimini halkımıza yöneltiğimiz zaman,
alacağımız cevabın çok ilginç olacağını
hemen belirtmek isterim. Bir Zaza ya şu soruyu yönelttiğimiz zaman;
"-Tı bı kamcin lehçeya
qısey kenê/kena?
(-Hangi leçeyle
konuşuyorsunuz?)" O Zaza'nın ilk tepkisi size bakıp gülmek
olacaktır ve sonra da şu soruyu sormadanda edemiyecektir;
"-Lehçe çıçi yo? (-Lehçe
nedir?)". Ama; sorunuzu değiştirip, şu şekilde
sorarsanız;
"-Tı bı kamcin zıwana
qisey kenê/kena? (-Hangi dilli konuşuyorsunuz?)" sorusunu o
Zaza'ya yönelttiğiniz soruya karşılık
alacağınız yanıt şu olacaktır;
"-Ez bı zıwanê Zazaki
qısey kena. (-Zazaca diliyle konuşuyorum.)" Bunu ben kendim
deneyerek yaşadım ve "lehçe" dediğimde, soruyu
yönelttiğim yaşlı Zaza amca ve teyzenin o güzelim
kahkahaları kulaklarımı çınlattı, bugün hala
unutmuş değilim. Anadili veya babadili Zazaca olanlar gidip
"diyalekt, lehçe"nin ne olduğunu Zazaca yı bilen
büyüklerinden sorsunlar. Tabiî malupulasyon yapmadan, (büyüklerini cahilikle
suçlamadan, 'okuma-yazma bilmiyor' ile küçümsemeden yöneltsinler
sorularını). Bakalım "aydın", okuma-yazma bilen
"entellektüellerimizin" alacağı yanıt ne
olacaktır?
Dil: İnsanların
düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da
işaretlerle yaptıkları anlaşma ve Stalinist teoriyi göz
önüne alarak açıklarsak, şu şekilde yorumlayabiliriz; Ortak dil
halk olmanın şartlarından biridir. Yani ülke sahibi olan bir
halk, devlet sahibi olan bir halk, aynı zamanda ortak bir dile de
sahiptir.
Diyalekt: Yanlızca bir bölgeye
ait olan ve bir bölgede konuşulan, yapı olarak ana dilinden
değişik özellik göstermeyen yanlızca söyleyiş tarzında
bir değişiklik gösteren, yapı olarak bağlı olduğu
anadile lokal bir yapı kazandırana denir. Yani lokal dillerin
adlandırılması, diyalekt/lehçe olarak gündemleşmektedir.
Örneğin; İsveç dili ve Norveç dili birbirlerine o kadar
yakındırlar ki, bu dillere iki dil demek insanın çok tuhafına
gidiyor. Bu iki dile aynı dil demek daha uygun olur bence. Ama;
İsveçliler, Norveççe için diyalektimizdir, demiyorlar. Norveççe tabirini
kulanmayı daha uygun buluyorlar (Norveçliler de İsveççe için öyle bir
tabir kulanmıyorlar).
Başka bir örnek verecek olursam; Finceyi (Finlandiyaca) örnek verebilirim.
Finliler, Letonyaca, Estonyaca için diyalektimizdir demiyorlar. Aksine
Lentonyaca, Estonyaca dilleri diyorlar (ki, bu diller Finceye çok yakın
dillerdir). Tabiî bu da devlet olmanın vermiş olduğu avantajlardan
biridir.
Konuyu çok basitleştirerek anlatmaya çalışırsam benim için
ise dil, şudur diyebilirim (bugüne kadar bizlere dayatılan ve
kabullendirilmeye çalışılan resmi görüşlerden
çıkarmış sonuca göre):
Dil: Devleti, Bayrağı
(veya vardır ama; resmi değildir) ve askeri olan halkların
kulandığı ifade yapısına dil denir.
Diyalekt: Devleti, bayrağı
ve askeri olmayan halkların kulandığı dil diyalektir. Bu
'espiriyi' yapmaktan kendimi alıkoyamıyorum.
İlginç bir açıklama tarzı ama; günümüz gerçeğine çok
yakın olan bir yorum şekli. Dolaysıyla bu gibi şeyleri
yazdığımda, okuduğumda kendimi eski devirlere dalıp
gitmekten men edemiyorum. Rönensanstan, Avrupa'da ki aydınlanma döneminden
önce ki zaman diliminde buluveriyorum kendimi. 1500 yıllarında
Kopernikus (1473-1543) "Güneş sistemi" üstüne teorisini
yazıp açıkladığında, tüm dünyayı, kiliseyi ve
papazları kendi karşısına aldı. Kopernikus'un ileri
sürdüğü düşünceleri sadece şuydu; "Dünya yerinde sabit
değildir. Aksine dünya hem kendi yörüngesinde (çevresinde), hemde
güneş'in yörüngesinde dönmektedir. Güneş'in yörüngesinde dönmesi bir
yıl gibi bir zamanı almaktadır." Kopernikus ta, Galieo gibi
papazlardan, kiliseden ve gericilerden hakına düşeni almıştır...
Kopernikus'tan sonra Galileo Galilei (1564-1642) deney ve gözlemleriyle
aydınlanma dönemine kendini adamıştır. Deneylerinin
ağırlık noktası ise; "Dinamik" olmuştur.
Kopernikus ve Galileo kendilerini gerici kilisenin Enginisizyon mahkemelerinin
pençesinden kurtarmışlardır. Onların kaderi Giordano Bruno'nunkine
benzemmemiştir. Giordano Bruno yedi yılık bir ceza dönemindenden
sonra canlı-canlı yakılmıştır. 1835
yıllına kadar "dünya dönüyor" diye yazan tüm
kitapların dağıtımı, basımı yasak ve
varolanlar da yakılma kararına tabiydiler. Kilise bu düşünceleri
200 yıl boyunca yasakladı, inkar etti
"İnsanoğlu düşündükçe
özgürdür, veya özgürleşebilir" diyor, Albert Bayet. Ne güzel bir yorum. İnsanoğlu özgür
düşünüp özgürce ürettemediği ve bu yeni özgür düşüncelerinden
yeni teoriler yaratamadığı sürece özgür değildir. Onun
içindir ki; yeni ve özgür düşünceler serbestçe söylenmeli,
tartışmalara açılmalıdır. Neyin yanlış,
neyin doğru olduğu ancak o zaman kesinleşir. Birde
yanlış, doğru var mıdır? Yok mudur? Hayır,
yanlış ve doğru olayı yoktur. Bu konuda hem J.P.Satre'ye
hemde Shakespeare'ye katılıyorum. "Yanlış ve doğru yoktur. Benim için yanlış olan
bir şey başkası için doğru olabilir. Benim için doğru
olan bir şey başkası için yanlış olabilir"
Eğer bu önermeyi kabul edersek, oturup biribirimizi anlamaya
çalışarak tartışmalarımızı sürdürebiliriz.
Çamur atmakla, anlamsız yorumlamalar, boş konuşmalar ve
asılsız suçlamalarla bir insan yanlızca kendi cahil iç
dünyasını gözler önüne serer. Kitap okumakla, belli kurum ve
kuruluşlarda belli bir yere gelmekle/sahip olmakla aydın olunmuyor.
Aydın olmanın kıstasları bana göre, çok daha kapsamlı
ve kavramı daha genişçedir. Aydın/entellektüel olmak; cesaretle
yenilikçi düşünceleri açıklamak, konudan habersiz ya da habersiz
kitlelere konuyu korkusuzca götürmek, bilgilendirmek ve düşüncelerini
savunmakla olur. Herşeye "evet" demek ve kuyrukçuluk yapmak,
mevki hastalığına kapılmakla kişi aydın olmuyor.
Biz, kimsenin korkudan söyleyemediği düşünceleri söylemeye/anlatmaya
çalışıyoruz. Gecelerin o karanlık ihanet kokan
boşluğundan, baskının sümürücü pençesinden, duman ve sisin
içinden düşüncelerimizi, kökümüzün bağlı olduğu temelleri
gözler önüne sereceğiz. Bu da bilinçli, uzman çalışmayla ancak
gerçekleştirilebilinir.
1210 yıllarında Aristoteles'in düşünceleri
yasaklanmıştı/yasaktı. Bu düşünürün
yazılarını, kitaplarını okuyanlar ölümle
ödüllendiriliyorlardı. Ama; bu sure zarfında olan neydi, neler
olmuştu? Hangi değişimler yaşandı? Aristoteles, Galileo, Kopernikus, Copernic,
Nicolas d'Autrecourt, Civan Aucassin, Michel Servet. Giordano Bruno'ların
düşünce ve görüşleri ortadan kaldırılabildi mi? (Ki, Michel
Servet ve Giordano Bruno düşüncelrinden dolayı ateşte
yakıldılar) Hayır. Baskı ve işkence ile
insanoğlunun düşünceleri mi değişti? Bu düşünürlere
şeytanın kulları (moderin littertürde "hayin,
ihanetçi"), cahiller denilmiyor muydu? Evet şimdi sormanın tam
da sırasıdır diye düşünüyorum:
Evet efendim ne oldu? Tarih kimi yarğılıyor bugün? Genç
şövalye La Barne kilisenin
izniyle öldürüldü. Suçu mu
neydi? Cevabını isterseniz yine biz verelim. Suçu; kilisenin yasak
etmiş olduğu bir kitap olan "Felsefe
sözlüğü"nü okumuş olmasıydı. peki bu genç
şövalyenin başına geleni biliyormusunuz? Önce dili, sonra
kafası kesilip ateşe atılıyor. Suçu "Felsefe sözlüğü"nü okumak. Evet kitap akumak.
Bakınız Avrupa'lı bazı aydın düşünürler ne
diyorlar;
Montesquieu; "Gerici düşünce, geri
zekalılıktır"
Voltaire; "Gerici düşünce, dünyayı kanla
boyamıştır."
Diderot; "Gerici düşünce, insanın midesini bulandıran
şeydir."
Helvetius; "Gerici düşünce, bıçak gibi
insanoğlunun başının belasıdır."
"Eğer insanoğlu
düşüncelerini açık diyemiyorsa, insanlar arasında özgürlükten
söz edilemez." Voltaire. "-Bunları
niye yazıyorsun/açıklıyorsun?" diyorsanız, bugün,
geçmişte olanların en zalimanesini bulunduğumuz 'modern' çağda
yaşıyoruz derim.
Meseleyi ele almamın nedenini sadeleştirmeye
çalışayım; tarihte karalama felsefesi sürdürmekle, baskı
metodlarının yenilerini denemekle, özgür düşünce
öldürülememiştir. Dil, kültür üstüne yaptığımız
çalışmalarımız şimdiden bir çok gerici, dar
görüşçü çevreyi rahatsız etmiş durumda. Bu
rahatsızlıklar hem yazılı, hem de sözlü olarak basına
yansımıştır. Şunu belirtmeden edemiyeceğim; bize
bu gibi ağır suçlamalarla gelen insanların, önce kendi
tarihlerini ve sonrada günümüzde ne yaptıklarını göz önüne
almaları gerekiyor kanısındayım. Ağır
suçlamalarıyla ancak o zaman bize gelmelerini öneriyorum. Yeri
gelmişken tarihten dini bir olayı aktarmak istiyorum. Birgün
İsa, bir topluluğun bir kadını
taşladığını görür. İsa topluluğa yanaşır ve sorar;
"-Bu bayanı niçin
taşlıyorsunuz?"
Topluluğun içinden ileri gelenlerden biri, kendinden oldukça emin ve
yüksek bir sesle İsa'yı şöyle cevaplar
"-O bayan bir fahişedir. Günahları,
suçu çoktur" der. İsa, döner topluluğa ve
şöyle hitap eder;
"-İçinizde dürüst, suçu ve
günahı olmayan, taşı atan, ilk insan olsun..." der ve
bekler. Ama topluluktan ilk taşı attan bir türlü ileri çıkmaz
Ben buradan, bize çirkin ağır suçlamalarla yönelen insanlara
şunu illetmek istiyorum; karanlık güçlerden yardım, maaş
aldığımızı ve onlarla birlikte
çalıştığımızı dile getirenler dedikodularla
iftiralar üreteceğine, basına belgeleriyle veya kaynaklarıyla
birlikte açıklamalıdırlar ve açıklasınlar (bu, biz
Zaza yurtseverlerinide sevindirecektir). Bir kez daha vurguluyor ve sormak istiyorum;
eğer bu iddiaları ileri sürenler bu kadar gizli istihbarat
bilgilerini elde edebiliyorlarsa, bunu nasıl ve nereden elde ettiklerini
elde ettiklerini açıklayabilirler mi? Ve üstelik, bu bilgileri,
"kim" elde edebilirinide sormuyorum, burada da tartışmıyorum.
Ancak aklı-selim sahibi birilerinin meselenin üzerinde
düşünmelidirler...
Yazan-çizen, konuşan, politika üreten, ya da ürettiklerini iddia eden her
insan dediklerinde çok dikkatli olmak zorundadır. Yoksa gereksiz yere
kuşku yaratmak, insanların kafasına soru işareti takmak
suretiyle provakasiyona yönelmek... PROVAKTÖRLÜKTÜR. Bugün bu soruyu biz
sormasak bile, birgün ve mutlaka gelecek nesiller bu soruyu soracaktır...
Şunu da düşünmeden insan edemiyor. Bu gibi düşünceleri ileri
sürenler olmasın ki kendi pisliklerini ört-bas edebilmek için, bu tür
çirkin iddialarını ileri sürmüş olsunlar?! Ayrıca, lütfen
ne Zaza halkını, ne Kürt, ne de Türk halkını özgür
düşünceye sahip olmayan insanlar yerine koysunlar. Çünkü,
halklarımız hala yapılan bazı olumsuzlukları-hakaretleri
unutmuş değildir.
Biz, düşünce, siyaset ve tarih geliştiremeyen insanlar değil,
aksine uğraşılarımızı belli metodik ve sistemli
çalışmalarımızla birlikte halkımızın kimlik
arzusunun savunucuları olarak ve demokrat bir perspektifle dünya
halklarının sınırsız kardeşliğinin
temellerini atabileceğimizin bilincinde olarak, kardeşlik
çağrılarımızı yorulmadan
tekrarlayaca-ğımızı da belirtmek isterim. Biz de,
halkımızın kimlik arzusu ve bu dil teorisi düşüncelerimizle
toplum karşısına çıktığımızda, önümüze
çıkarılacak engelleri, yani bizi nelerin beklediğini çok iyi
biliyorduk. Yazıp-çizdiklerimizin bazı nasyonalist
(düşüncelerinde hümanist/ insancıl ve sosyalist) kesimlerin
rahatını kaçıracağını da biliyorduk. Zaten
halkların kimlik arzusu, diyalekt ve lehçe sorununa ilişkin olarak
böylesine 'ilginç' bir politika Ortadoğu devletlerinin sürekli uygalaya
geldikleri çirkin bir gelenektir. Türkler, İranlılar, Araplar Kürt
dili için hep, "Biz ayrı ayrı halklar değil, tek bir
halkız (Türk, Arap, Fars, Kürt v.s). Ayrı bir dil değil,
lehçemizdir, diyalektimizdir" demiyorlar mı?
Bundan böyle, Ortadoğu devletlerinin ugulamış ve uygulaya
geldikleri zulüm politikalarının bilincinde olarak bu çirkin oyunun
birer figuranları olmayacağız. Ve bu oyunlarına da
gelmeyeceğiz Evet baylar, bizlerde akıllandık artık...
Çünkü, artık biliyoruz ki bizim hakkımızda
yazılarını kaleme alanlar, sümürgeci kültür sahibi
öğretmenlerinden aldıkları dersi can-kulağıyla
dinledikleri, dolaysıyla egemen devletlerin sömürgeci politikalarının
muntazam bir izleyicileridirler. Tutum ve davranışlarıyla bu
konuda oldukça net olduklarını her hal-û karda gözler önüne gururla
seriyorlar BRAVO
"Niçin
yaşadığını bilen, nasıl
yaşayacağınıda bilir." diyor Nietzche. Günümüzde, tüm kıtalar ve adalarda 6000'e yakın
dil kulanılmaktadır. Bunlardan sadece 600'e yakını yok olma
tehlikesini aşmıştır; ve bu şekilde dünya dilleri
arasında yerlerini perçinleştirmişlerdir. Alaska'da ki Fairbanks
Üniversitesi dilbilimcilerinden (lingivist) Michael Kraus'un 06.01.1996'da New
Scientist dergisinde yayınlanan makalesinde yukarda bahis konusu olan
olgular tartışma götürmez bir açıklıkla
vurgulanmış olup, bilimsel verilerle güçlendirilmiştir.
Var olan dillerden bir çoğu nüfus sayısı yok denecek kadar az
topluluklardan tarafından kulanılmaktadır. Bir çok dilde, yok
olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Dünyanın en
ufak dili Aorecedir (AORE). Bu dil, Ölü deniz kıyılarındaki Öre
Vanvata Cuhuriyetin'de yanlızca bir kişi tarafından
kulanılmaktadır.
Bir çok dil yok olurken, bunun yanında bir çok dilde kendini
yenilemektedir. Bu kendini, yeniden yenileme süreci çoğu kez bilim ve
tekniğin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Bilim ve tekniğin
gelişim göstermesi sadece insanoğlunun günlük
yaşantısında değil onun dili üzerinde de bir
değişim yaratmaktadır. Yani bilim ve tekniğin
gelişmesi ile birlikte bütün dillerde ortak olan bilim ve tekniğin
kendisine özgü termonolojisi ortaya çıkar. Bilim ve teknikle birlikte
ortaya çıkan bu kelimeler diğer dillerede yansımaktadır.
Avrupa'nın bir çok ülkesi, ortak bir dilin yaratılmasını
istediklerinden, Avrupa dilleri arasındaki benzerlikleri artırma
çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bundan
dolayı teknik alanda oluşturulan kelimeler
değiştirilmemektedir. Buda kanımca atılmış olan
en mantıki adımdır (Ama; dillerin kendi özünü
korumasınıda savunmadan edemiyeceğim). Örneğin; Zazaca
kalkıp Televizyon'u bewnayox (seyretgeç) Radio'yu da goşdayox
(dinlengeç) yapamayız. Yaratılan bu kelimeler suni olduğundan
kalıcıda olamazlar ve buna verilecek örnekler binlercedir. Kelimeler
kendi öz orjininde geliştikçe daha sağlıklı bir yapı
kazanır. Örneğin İsveç dilinde hala korunmakta olan Türkçe
"kalabalik, Kiosk (köşk kökenli bir kelime), dolma v.s" özün korunmasına
verebileceğim örnekler arasındadır. Çünkü; suni kelimeler cümle
içinde anlamsızlık yaratabilecekleri gibi, cümlenin telafüsünde de
dengesizlik yaratabilirler. Bu, bir dil için iyi sonuçlar yaratmayan bir
gelişmedir. Bundan dolayıda dilin kapısı her zaman
diğer dillerden gelebilecek kelimelere açık olmalıdır
("bu vesileyle tüm dillere lehçedir diyebilelim??"). Ki, bir dilden
diğer bir dile kelimeler gümrüksüz girebilsin. Bu dilin fakirliği
değil aksine dilin zenginleştirilmesidir. Örneğin,
İngilizcede yüz değil, binlerce yabancı kelime, isim
vardır. Bunlar Latince'den, Grekçe'den (Yunanca), Eski İrlandaca'dan
Fıransızca'dan, İspanyolca'dan v.d dillerden "yatay
geçiş" yapmışlardır. Bu değişiklik sadece
dilde değil, yemek kültüründe ve toplum yaşantısında da
kendisini göstermiştir. Dilin gelişmesi taze kanla olur. Bu gelişim anlamını
yeni kanın damarlarda süzülmesinde bulur. Halk damarlar, dilde
kandır. Kan damarlarda, dilde halk kitlelerinin arasında
yaşamını canlılaştırmaktadır. Ondan
dolayıdır ki, her insan kendi diliyle düşünmeli,
konuşmalı ve okumalıdır. Kendi dilinden utanmak aydın
ve halkının kültürel onurundan nasibini almış
aklı-selim hiç bir insanın yapabileceği tavır
değildir. Kendi dilinden utanan, çocuklarınada bu kara utancı
yamalar ve çocukları da bu utançla büyür. Bu terbiyeyle büyüyen çocuklar
toplum içerisinde kendilerini yarım-yamalak hisederler. Tabiî ki bu hata
çocukların değil ebeveyinleridir. Ana dili Zazaca olan ailelerde
Zazaca değilde başka bir dil okutulup, yazdırılıp
öğretiliyorsa bu düpedüz kökünü inkar etme ve özünü pazarlama olayıdır.
Bunun adı kendi ana diline ve kendi özüne yabancılaşmaktır.
Başka bir deyimle saygısızlıktır.
Avrupa'da her dilin, lehçenin okularda okutulma ve öğretilme hakı
vardır. Çocuklarının ana dilleri ile eğitim görmesini
isteyen aileler çocuklarını ana dil eğitimine göndermektedirler.
Eşlerden birinin Avrupa'lı olaması bu kaideyi bozmamaktadır
(Zaza ve Avrupa'lı eşlerden olan çocuklar Zazaca ana dil
öğretmeni bulunmadığı için, aile büyüklerince
çocukların bulundukları ülkenin dilini öğrenmeleri tercih edilmektedir).
Burada başka halklardan, başka milletlerden evlenmiş olan
tanıdığım bazı Zaza kişiliklerden örnekler
vermeyi istiyorum. Bu tanıdıklarımdan biri bir Türk'le, ikincisi
bir Zazayla ve üçünsüde bir Kürt'le evli. Türk'le evli olanın evinde
Zazaca ve Türkçe konuşulmakta. Yani çocuk babasıyla Zazaca, annesiyle
Türkçe konuşmakta. İkinci örnekte çocuklar anne ve babaları ile
sürekli Zazaca konuşmakta ve son örnekte de durum biraz farklı, Kürt
bayanla evli olanda ise konuşulan dil Kürtçedir. Ayrıca çocuklara
okulda öğretilen yazı ve okuma dilide Kürtçedir. Verebileceğim
örnekler sadece bunlar değil. Eşlerin her ikisininde Zaza olduğu
ama çocukların Zazaca yerine Kürtçe, Türkçe veya Avrupa dillerinden birini
kulanması oldukça revaçtadır. Bu kendi dilinden kopuşun bir
sonucu olarak, çocuklar ya hiç bir dili tam olarak konuşamamakta veya
hepsini yarım yamalak konuşmaktadırlar. Peki çocuklara ne oluyor? Çocuklar hangi
kimliğe sahip oluyorlar? Çocuklar hangi ülkenin evlatları
(vatandaşları) oluyorlar? Tabiî ki bu soruların
cevabını çocuklar verecek değil ya. Ama şu var ki çocuklar
piskolojikmen bir baskı altında kalıyorlar ve
yalancılık bir savunma aracı olarak devreye geçiyor. Çocuk
yalancılığı kalıtım yoluyla değil toplumsal,
çevresel baskılardan edinmiş oluyor. Tabiî bu yaratılan
değer sadece savunma mekanizmasıdır. Bu çocuklar milletler
arasında kimlisizliklerini kavradıkları zaman bir çelişki
ile karşı karşıya kalıyorlar. Bu çelişki çocukta
saldırgan, sinirli ve konuşulmaya gelmiyen bir kişilik
yaratır ve yaratılabilecek güzelim bir kuşak böylece heba
edilir. Buna sebep
olan elbette ki Zaza anne ve babalardır. Yazımın girişine
neden Nietzsche'nin bu deyimini "Niçin yaşadığını
bilen, nasıl yaşayaca-ğınıda bilir."
aldığı mı sorabilirsiniz. Almama gerekçe şuydu; Bizden
gelecek kuşaklara miras olarak kalan sadece dil ve geride
bıraktığımız eserlerimizdir. Eserlerimizden
kastım çocuklarımız ve dilimizdeki yazılı
dokümanlardır. Bu vesileyle her insan diline sahip
çıkmasını bilmeli ve yok olmasını engell-emelidir. Bilindiği
gibi günlük konuşma dili 300-500 kelimeyi geçmemektedir. Bunu gelecek
kuşaklarımı-za ögretmek kanımca zor olmamalı.
Çocuklarınıza köklerini tanımasını sağlayın
onlara milletler ve halklar arasında bir ulusal kimlik ve gelecek
kazan-dırın. Zaza dili ve lehçelerini birbirine
kaynaştırın ve çocuklarınızın Zaza çocukları
ile tanışmasını sağla-yın. Bugünden
çocuklarınıza yapacağınız ulusal yatırım,
geleceğe dönük yapılmış en mantıklı, en
kazançlı yatırımdır. Bu yazdıklarımda
milliyetçilik yaptığımı sananlar olabilir veya beni
milliyetçilikle suçlayabilirler. Ben bu düşünceye hiç bir şekilde
katılmıyorum. Yeri gelmişken burada büyük düşünür Bertrand Russell'den bir
alıntı yapmayı daha uygun görüyorum. Bu alıntı
kendisine Woodrow Wyatt
tarafından yöneltilmiş bir soruya Bertrand
Russell'in vermiş olduğu cevaptır.
Wyatt - Sizce milliyetçilik iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?
Russell- Milliyetçiliğin Kültür ve politika yönlerini birbirinden
ayırmak gerekir. Kültür bakımından bugünkü dünyanın içinde
bulunduğu tekrenklilik oldukça tatsız bir
şeydir...............Edebiyatta, sanatta, dilde ve her türlü kültür
işlerinde degişikliği sürdürmek için milliyetçilik istenebilir.
Ama, politika yönünden alırsanız, milliyetçiliğin kötü bir
şey olduğu su götürmez. Milliyetçi politikayı iyi gösterecek tek
şey bulunabileceğini sanmıyorum.
Milliyetçilik, bizim en doğal olan meşru haklarımızı,
kimlik hakımızı savunmamızda değil aksine kimlik ve
meşru haklarımızın inkar edilmesinde aranmalıdır.
Şimdi de "diyalektimizle" diğer "DİYALEKTLERİ"
(hata dilimizi "lehçe" olarak görenlerin de anlaması
bakımından) birkaç örnekle karşılaştıralım. Ve
varsa benzerliklerini, farklılıklarını hep birlikte
görelim.
Sözlük
|
Türkçe |
Zazaca |
Kürtçe |
Cümle Yapısı |
Vıraştena rıstan |
Çêkirina hevokan |
|
Mevsimler
Kış |
Zımıstan |
Zivistan |
Vücudumuzun organları
Ter |
Arıq |
Xuydan |
Günün vakitleri
Şafak |
Sodır |
Berbang, Şefeq |
Gök cismleri
Güneş |
Tiji |
Ro, tav |
Meyveler, sebzeler ve naturel isimler
Dağ |
Ko |
Çîya |
Akrabalık
Baba |
Pi |
Bav |
Hayvanlar
Tavşan |
Arwêş |
Keroşk |